Barbara, Barbara Heykeltraş Olan!
- intothesanat
- 30 Nis 2020
- 2 dakikada okunur
‘’Yaptığım her şey, dokunmak içindir. Ve insanların heykellerime dokunması çok hoşuma gidiyor. Heykeltraşlar için önemli olan şey, heykeli olduğu gibi kabul etmek yerine, gözlerini havaya kaldırıp onlara bakmalarıdır. Çünkü heykeller her zaman değişirler. İnsanların tüm vücutlarıyla hareket etmeleri gerekir ve eğer ben onlara bunu yaptırabiliyorsam çok mutlu olurum’’ diyen Barbara Hepworth için, sevgiyi en güzel şekilde ifade edebildiğimiz, varlığı iliklerimize kadar hissedebildiğimiz eylem dokunmak ise, ‘’lütfen dokunmayın’’ tabelalarını biraz hiçe sayabilir miyiz?
Barbara Hepworth, modern İngiliz sanatının gelişmesine önayak olan ve İngiltere’de ilk soyut eserler ortaya koyan, döneminin en iyi heykeltıraşlarından biridir. 10 Ocak 1903’te, Wakefield’da dünyaya gelmiş ve bu kırsalda yolları, tepelikleri, geniş geniş tarlaları hiç aklından çıkarmamış, tüm bunlar ona ilham veren detaylar olmuştur. Leeds Sanat Okulu’nda ve Londra Royal College’de öğrenim görmüş, bu sırada da 20. yüzyılın önde gelen heykeltraşlarından, İkinci Dünya Savaşı’nın rezil izlerini kamufle etmek isteyip, insanın değerini ön plana çıkaracak tarzda eserler üreten Henry Moore ile tanışmıştır. Bundan böyle Moore, Barbara’nın tüm yaşamı boyunca en yakın arkadaşı olacaktır.
İtalya’da kendisi gibi heykeltraş olan John Skeaping ile evlenen Barbara 1931 yılında boşanır ve artık insan figürünün soyutlandığı heykeller yapar. Fakat burada farklı bir şey vardır ki, insanın içindeki o doldurulmaz boşluğu bizlere gösterir. Barbara’nın heykellerinde gördüğümüz delikler işte bu dönemden sonra karşımıza çıkmaya başlar (3. ve 4. Görsel ikisinin adı da "Anne ve Çocuk" 1927/1934).
Barbara hikayelerin ima edilmesini seviyor çünkü bu şekilde onların içselleştirilebileceğine inanıyordur. Soyut eserler üreten sanatçıları anlamak zordur, duyu organlarımız bu eserleri algılayamaz. Çünkü bu sanatçılar, bir mesaj vermezler, size bir hikaye anlatmazlar. Onlar özgürdür. Barbara da size mesajı vermiyor, yalnızca bunu ima ediyor. Onun eserlerine baktığınızda hiçbir şey sizi rahatsız etmez. Yazının başında da söylediğim gibi, onun en büyük ilham kaynağı doğaydı. Doğa da, onun canını yakmadığınız sürece sizi rahatsız etmez, endişelendirmez.
İkinci Dünya Savaşı baş gösterirken, Barbara ailesiyle birlikte Cornwall'daki St Ives'e taşınmıştır. Burası o dönem sanatçılar için oldukça popülerdir. 1938 yılında evlendiği Ben Nicholson ile birlikte St. Ives grubunu kurmuşlardır. Bu grupta bulunan sanatçılar, heykellerinin manzarayla uyum içinde olmalarını istemişlerdir. Aynı kumsallarda bulunan çakıl taşları gibi. Barbara’nın ‘’Oval’’ heykeli, suyun gücüyle kenarları yumuşamış pürüzsüz bir taşı anımsatmıyor mu sizce de? (Sondaki görsel "Oval No:2 1943")
1954 yılında Nicholson’dan ayrılan Barbara’nın, bu ayrılıktan iki yıl sonra da oğlu hayata veda etmiştir. Barbara bu sıkıntıdan ve çöküntüden nasıl kurtulacağını, ne yapacağını
bilememiş ve Yunanistan’a gitmiştir. Fakat bunun dışında St. Ives’in dışına hiç çıkmamıştır. Oldukça zor bir süreç geçiren Barbara, 1975 tarihinde aynı zamanda atölyesi de olan evinde bir yangın sonucu hayatını kaybetmiştir.. Bu ev/atölye, Barbara’nın ölümünden bir yıl sonra müze olarak halka açılmıştır.
Barbara Braque, Picasso, Mondrian gibi önde gelen sanatçılarla da tanışmış, dönemin en iyi heykeltraşlarıyla da çalışmıştır ve kendi organik üslubunu ortaya koymuştur. Boşluk-doluluk gibi tezatların hakim olduğu formları eşsizdir. Eserlerini hep açık alanlara yapmak istemiştir. Dokunalım, hissedelim diye. Doğadan bir parça olsun diye. Barbara insanlara farklı bir bakış açısı kazandırmak istemiştir ve bugün birçok insan onun sayesinde bambaşka bir gözle görüyor.
Comentários